Kainat eserine insanla imza atan Allah'ın, O'nunla kurduğumuz irtibata ait boşluk ve eksiklikleri tamamlamak için işaretler gönderdiğine inanmışımdır hep. Günlük hayatımda küçük de olsa bu işaretleri takip etmek her zaman hoşuma giden bir rutinim olmuştur. Yağmurlu havada yürürken aniden karşıma çıkan bir gökkuşağı, penceremi tıklatan bir kuş, tam önüme düşen bir yaprak, günlerdir aradığım bir eşyanın hiç ummadığım anda karşıma çıkması gibi sürpriz lütuflardan ilahi mesajları anlamlandırmaya çalışmak aynı zamanda an'a odaklanmamı sağlayan ve beni mutlu eden bir eylemdi. Kendimi pek iyi hissetmediğim günlerin birinde yine işaret arayışındaydım. Ama günlerim bir buçuk yaşındaki kızımla o kadar hızlı ve monoton geçiyordu ki işaret yok diye üzülüyordum. Bu arada kızımıza senelerce çabaladıktan sonra tedavi ile kavuşmuştuk. Aradan bir buçuk sene geçmişti. Monoton geçen günlerimin birinde kendiliğinden ikinciye hamile olduğumu öğrendim. Kendime gelmem birkaç gün sürdü. Bu kesinlikle Rabbimin bize bir hediyesiydi. "Sen misin işaret arayan? Al işte sana en büyük işaret!" demiştim kendi kendime. Halbuki kızımda hiç böyle düşünmemiştim. İşaretleri dışarıda aramaktan, sürekli şikayet halinde olmaktan, içeriye bakmak aklıma dahi gelmemişti. İkinciye hamile olduğumu öğrendiğim gün, kızımın gözlerine bakmak, ama gerçekten bakmak aklıma geldi. Gözlerinde bana seslenen içimdeki küçük kızı gördüm sanki. Bana adeta "Beni kurtar! Beni bul!" diye haykırıyordu. Bunu neden daha önce görememiştim? O küçük, mutlu, her şeyden memnun olan o sevecen kızı bir yerlerde bırakıp gitmiştim. Beraberinde kendimi, özümü, gerçek beni de bırakmıştım aslında. Tahammülsüz, şikayet eden, kızan birine dönüştürmüştü beni bu ayrılık. Farkında değildim, ondan ayrılarak kendi meraklarımdan öğrenme hevesimden, an'ı yaşayarak mutlu ve şükreden bir kul olmaktan da ayrılmıştım aslında. Halbuki çocuk en güzel mektuptu Rab'den gelen, bize bizi hatırlatan, hatalarımıza ayna tutan, O'nu bir ağaçta, bir yaprakta, bir kuşta görmemizi sağlayan. O günden sonra kızımla bambaşka oldu bağımız. Kalbimle, kulağımla, gözlerimle hissetmeye başladım etrafımdaki her şeyi. Mesela dev bir çınara dokunduk birlikte. Gövdesine sarıldık; büyüktü, dallarından öptük, alnımıza değdirdik. Sahi, en son ne zaman dokunmuştum ki ben bir ağaca? Ne zaman gözlerimden yaşlar akarak sevmiştim onu?! O an sanki kainat kadar genişledi içim. Sınırsız bir şefkatle doldu kalbim. İçimdeki o küçük kızdan beni kopartan şey hiç dikkatle bakmadığım çocukluk yaralarımdı. Bana bağırıp çağıran annemin ürkütücü sesiydi. Sürekli kızan babamın sallanan parmağıydı. Kendimi nasıl da değersiz, sevgisiz ve güvensiz hissetmiştim! Şimdi aynılarını kendi çocuğuma yaparsam o da benim gibi içindeki küçük kızı bir yerlerde bırakıp gidecek ve zihnindeki kargaşadan kendini, Rabbini göremeyen bir insan haline gelecekti. Öyleyse tutup kaldırmalıydım ellerinden çocukluğumu, içimdeki küçük kızı. Yaralarını tek tek sarmalı, onda kaybettiğim ne varsa yeniden bulmalıydım. Yaşama sevinciyle dolmalıydı tekrar içim. Bunları düşünürken küçük kız bana baktı ve "Ben de seni bekliyordum, neden bu kadar geç kaldın? Ama ne iyi ettin de geldin!" dedi tebessüm ederek. Hem onun hem de kızımın elinden tutarak dingin bir denizin üzerinde yürür gibi kendime, özüme, O'na doğru yeni yolculuğuma yelken açtım.
İşte benim onarım hikayem böyle başladı...
İşte benim onarım hikayem böyle başladı...
Son düzenleme: